27 Mart 2013 Çarşamba

Ben


"Heyecanlı değilim.
Hayır, hiç heyecanlı değilim.
Heyecanlı değilim.
Değil.
Değil.
Heyecan.
Heyecanlıyım."

Kıpkırmızı boyadığı dudaklarını büzdü. Çok koyu, diye düşündü. 3.defa dudaklarını hışımla sildi.

"Çok uzun zaman oldu.
Bir şey yok artık.
İki yakın arkadaş.
Ben onun çocukluğunu biliyorum.
Sevgili sayılmayız ki artık.
Bitti.
Sevgili."

Göz makyajı mükemmeldi. Ama dudaklarından emin olamıyordu.

"7 sene oldu.
Artık bir şeyleri düşünmek için çok geç.7 sene.
Az mı?
7"

Eli tekrar parfümüne gitti. Ama zaten 2 defa sıkmıştı. Ergen kızlar gibi parfüm şişesine düşmüş gibi görünmek istemiyordu. Elini elektrik çarpmış gibi çekti.
Geri çekildi ve boy aynasında kendine baktı. Yumuşacık ekru bir gömlek, bacaklarını sarmış siyah bir pantolon, çekici kızıl ve dalgalı saçlar, kusurları ustalıkla örten hafif görünen ama aslında uzun süre uğraşılmış bir makyaj.

R: Numaramı nerden aldın?
S: Zor olmadı.
R: Ama neden aldın?
S: Seni merak ettim.

Aynanın karşısında yutkundu.
Gurt.
Aynı çizgi filmlerdeki gibi bir ses geldi boğazından. Yüzünü buruşturdu. Dışarısı günlük güneşlikti, ceket almadı. Çantasını omzuna astı ve çıktı.

"7 senedir beni ilk defa merak etti. Ama neden? Çok uzun zaman olmadı mı? O zaman karnımdaki bu ağrının sebebi ne? Heyecanlıyım. Çok. Ama sakin olmam lazım. Bunu hemen anlar. Kesin anlar o."

Bahar gelmişti. Aylardan nisandı. Taptaze bir hava vardı. Ama onun içindeki heyecana ve sıkıntıya hiçbir hava durumu iyi gelmezdi.

"Niye kabul ettim ki sanki? Deliyim ben!"

Yürüyüş belki onu rahatlatır diye evinin yakınlarındaki kafeyi önermişti ona. Işık hızıyla "Tamam!" demişti.

"Sesi hiç değişmemiş. Acaba kendisi de hala hiç değişmedi mi? Olur mu öyle şey..."

Köşeyi döndü. Önünde upuzun bir yol uzandığını gördü ve durakladı. Kafe bu yolun sonundaydı. 'O' bu yolun sonundaydı. Böyle düşünmek onu çok heyecanlandırdı.

S: Nerde oturuyorsun?
R: Kadıköy'de.
S: İzmir'den ayrılamazsın sanıyordum.
R: İş gereği...
S: Ben de iş gereği İstanbul'dayım, görüşelim istiyorum.

Adımlarını yavaşlattı. Normalde 5 dakikada yürüyebileceği bir yoldu. Ama o kadar yavaş yürüyordu ki 5 dakikada yolun yarısına bile gelmemişti.

"Şimdi 30 yaşında. Kesin evlenmiştir. Ya karısıyla gelirse!? Benim ondan sonra hiç sevgilim olmadı bile. O eminim 1 hafta sonrasına bulmuştur bir tane."

Kafenin tabelası artık daha net görünüyordu. Saatine baktı. Buluşma saatlerine 2 dakika kalmıştı. Bu hızla yürümeye devam ederse 3 dakika gecikecekti. 3 dakika gecikmeyi seçti.

"Hala aynı parfümü kullanıyor olamaz değil mi? Peki benim aldığım saat? O hala duruyor mudur acaba? Ya şu an kolundaysa... Ya ağlarsam..."

Kafenin dışarıdaki sandalyelerinde oturan insanların renkli ve cıvıltılı sesleri gelmeye başlamıştı bile. Siparişler veriliyor, çaylar karıştırılıyordu. Renkli bir cumartesi sabahıydı. İnsanlar aylak aylak kahvaltılarını yapıp stresten arınmaya çalışıyorlardı. 

"Kaç saat dururum acaba yanında? yarım saat yeter mi ki? Yok, o kadarı da ayıp olur. 1 saat ideal ama. "

Ellerini birbirine kenetledi ve parmaklarını sıktı. Bu heyecanlandığında sık yaptığı bir şeydi. Sunumlardan önce, patronunun yanına çıkmadan önce bunu hep yapardı. Genelde işe yarardı. Ama bu sefer zerre yaramadı. 

R: Neden benimle görüşmek istiyorsun? Bir şey mi oldu?
S: Yoo, hayır endişelenme. Sadece görüşmek istiyorum.
R: Ama neden?
S: Seni görmek istiyor olamam mı? 7 yılın sendeki sonucunu görmek istiyorum. Garip bir şey mi bu?
R: Anladım.
S: Hala inatçısın.

Kafenin görüş alanına girince neyse ki normal yürüyüşüne dönmeyi başardı. Allık sürmemişti. Böylece  kızarırsa allık olduğunu düşünecekti ve heyecanlandığını anlamayacaktı. 
Hızlıca dışarda oturanlara bir göz attı.
Yoktu.
Heyecanı ilk önce duruldu. Sonra aniden çok şiddetli şekilde bastırdı. İçeriye girdi tekrar bakındı, yine yoktu. Arasam mı diye düşünürken yukarıya çıkan merdivenleri gördü ve derin bir nefes aldı. Buraya sık gelmesine rağmen hiç üst katı fark etmemişti.  Ama onun orda beklediğinden emindi. (Tabi eğer gelmişse.) Çünkü o denize tutkun bir adamdı ve üst katın denizi çok net bir şekilde görebileceğinden emindi.
Yavaş yavaş merdivenleri çıktı ve daha ferah, daha tenha bir kat onu karşıladı. Tam karşısındaki cam kenarına yaslanmış masalardan birine o oturmuştu.

R: Sen neler yapıyorsun?
S: Birkaç aydır seni düşünüyorum.
R: ...
S: Orda mısın?
R: Evet.

Camdan dışarıya bakıyordu. Tutkunu olduğu denize. İstanbul'un boğazını da beğenmiş miydi acaba İzmir'in masmavi körfezi kadar... Kordon'un kucaklayabildiği kadar kucaklayabilmiş miydi onu Kız Kulesi?
4 5 adım sonra masaya varmıştı. Çantasını masanın üzerine bıraktı ve adam dönüp onu gördü.
Çoğu kadının beğeneceği bir adamdı o. Masmavi delici gözler, simsiyah gür saçlar, karakteristik bir sima ve düzgün yüz hatları.
Ama hayır, aşık olduğu adam bu değildi.
Kesinlikle değildi. 
Ama bu hissettiği aradan geçen yıllar değildi. Bu yabancılıktı.
Adam neşeyle ayağa kalktı, bir elini Reyhan'ın beline attı ve onu hafifçe kendine doğru çekip yanaklarından öptü. Sol yanağında biraz daha oyalanmıştı sanki. Beline atılan elde ona aldığından en az 4 kat daha pahalı bir saat olduğunu hemen fark etti Reyhan.
Reyhan onun kokusunu çok net almıştı. Parfümünü değiştirmişti. Artık daha keskin, daha erkeksi bir koku kullanıyordu. Ama parfümün altında yatan o gerçek kokuyu, eski sevgilisinin kokusunu da duyabiliyordu.

S: Hala seviyor musun Türkan Şoray'ı?
R: Tabii, neden sevmeyeyim?
S: Hiç. Merak.

Reyhan çoğu kişide olan "Ben bunun neresini sevmişim?" düşüncesine daldı ve bu onu tahmin edemeyeceği kadar rahatlattı.
Randevusu tahmin edemeyeceği kadar iyi geçti. Şekerli Türk kahvesi siparişini verirken, hayatından bahsederken, hayatını dinlerken, hala evlenmediğini ya da evlilik namına bir şey yapmadığını duyup çaktırmadan şaşırıp rahatlarken ve kadınlara has bir gurur hissederken, gülerken çok rahattı.
Karnı guruldamaya başladığında saatine baktı. Tam 5 saattir konuşuyorlardı.
Serhat onu fark etti.
"Seni evine bırakmamı ister misin?"
Reyhan içtenlikle kabul etti.
Kafenin dışarda oturan müşterileri çok değişmişti. Artık kahvaltı derdinde değillerdi. Keyif kahvelerini içiyorlar ve güzel havanın keyfini çıkarıyorlardı.
Eve kadar yürüdüler. Konuşmaya devam ettiler. Hala rahattı Reyhan ve sabah neden o kadar heyecanlandığına anlam verememişti. 
Apartmanın önüne geldiklerinde Reyhan ona döndü ve gülümsedi. Serhat da ona baktı.

Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır,bir üşütür,bir ağlatır,bir güldürür;
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.*

Serhat ona sevgiliyken bu şiiri okumuştu bir gece. Ne kadar zaman olmuştu tam çıkaramıyordu ama o gece bu adamı ömrü boyunca unutamayacağını düşünüp hem kahrolmuş, hem mutluluktan uçmuştu.
Bu şiiri bu kadar özel yapan ne seçtiği şair, ne ses tonu, ne de şiiri tam okumadan önce elini tutuşundaki "Sen bana aitsin." tavrı değildi.
Sadece bakışıydı.
Belki de 2 saniyelik bir bakış.
Ve şimdi aradan yıllar geçmişken, çok farklı hayatlar yaşamışken, Reyhan saç rengini 3 defa değiştirmişken, defalarca ayrılığa ağlamışken, tekrar tekrar unutup tekrar tekrar hatırlamışken yüzünde yine o ifade, gözlerinde yine o bakış vardı.
Heyecan geri geldi.
Serhat parmaklarını saçlarından geçirdi ve Reyhan'ın yüzüne doğru eğildi. Nefesini hissediyordu şimdi. İçtiği 'sert' kahvenin keskin kokusu vardı nefesinde, bir de geçmiş. 7 sene önce 'sert' kahve içemezdi o. Çok sütlü içerdi.
Sağ elmacık kemiğinin üstünde ufacık bir beni vardı Reyhan'ın. Serhat onu hep ordan öperdi. 

"Aman da aman nerdeymiş bu tatlı beni!"

Hiç dudağından öpmemişti. 
Dudaklarını benine bastırdı Serhat. Kafası hafiften sağa eğilmişti ve çenesi yamuk bir şekilde tam da Reyhan'ın dudaklarına rast geliyordu. Reyhan o an onu neden sevdiğini anlamıştı, yakasına yapıştı.

*Özdemir Asaf-Aşk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder