26 Nisan 2013 Cuma

Henüz


Annesi usulca saçlarını okşuyordu.
Çevrede kuş cıvıltıları vardı.
Köydeki evlerinin avlusundaydılar. Mine'nin 7 yıl boyunca yazları uyuduğu divanda Mine annesinin dizine koymuştu başını.
10 yaşındaydı.
Annesi ise 26.
Kuş cıvıltılarından başka ses yoktu. Oysa ki köy yeri hep gürültülü olurdu. Evleri köyün meydanına çok yakındı, bu yüzden koyunlarını otlatan çobanlar, oyun oynayan çocuklar, dere kenarına çamaşıra gitmek isteyen genç kızlar ve genç kızları gözlemek için onların peşinden derenin yolunu tutan genç delikanlıların hepsi evlerinin önünden geçmek zorundaydı. Traktörler ve ağır ağır ilerleyen kamyonetler de.
Ama yoktu.
Hiçbiri yoktu hem de.
Sadece kuş cıvıltıları.
Hava çok tatlıydı. Ne fazla sıcak ne fazla serin. Ferah. Toprak kokusunu alabiliyordu Mine. "Çok özlemişim." diye düşündü. Sonra aniden kaşları çatıldı. Neden özlesindi ki? O hep burdaydı.
Ama özlemişti işte.
Kafası karıştı.
Hemen düşünmeyi bıraktı. Bu köy evinde, bu divanda düşünmeye devam edebilmek, tatsız konulara kafa yorabilmek ona hep çok zor gelmişti zaten. 'Huzur' dendiği zaman aklına gelen tek yer avlunun kenarına konumlanmış bu divandı. Huzuruna mantığını karıştırmamaya, düşünmeyi sokmamaya dikkat etmişti hep.
Ama ne zaman etmişti?
Henüz 10 yaşındaydı.
Annesinin dizinden kalktı. Annesi şaşkın gözlerle ona baktı. İri, kahverengi gözler. Mine'nin gözlerinin aynısı. Kirpikleri neredeyse kaşlarına değiyordu. Mine'nin kirpikleri hiçbir zaman öyle olmamıştı.
Hiçbir zaman mı?
Ama ne zaman?
Henüz 10 yaşındaydı.
"Sıkıldım." dedi omuzlarını silkerek. Annesi gülümsedi.
"Bir şey mi oldu anne?" diye sordu Mine. İçinde garip bir sıkıntı vardı. Kendini bildiğinden beri ağlamaya ne zaman çok yaklaşsa göğsünün arkasında bir balon şişerdi. Yine şişti.
Annesi daha şefkatli gülümsedi. "Hayır kızım, ne olabilir ki?"
Annesinin sesi rüyadaymış gibi derinden geliyordu. Derinden ama çok kuvvetli. Şefkatini hissediyordu Mine derin olsa da.
Rahatlar gibi oldu, derin bir nefes aldı.
Olmadı.
Balon daha da şişti.
Kulağına bir araba sesi geldi. "Babam geldi!" dedi coşkuyla. Yerinden fırladı ve çıplak ayaklarla kapıya koşturdu. Kapıyı açtığında babasının eski, mavi kamyonetini göreceğini sandı. Ama yoktu.
Dışarıda kimse yoktu.
Tek bir hareket yoktu.
"Baban gelmeyecek kızım." dedi annesi usulca.
Mine ona baktı. Balon daha da şişiyordu.
"Neden?"
"Çok işi var."
Öyle ya, onun hep çok işi olurdu.
Ama şimdi değil.
Hayır babası 34 yaşındayken çok işi yoktu onun.,
Hayır, hayır.
Henüz 10 yaşındaydı, bunu bilemezdi.
İçinde kocaman bir sıkıntıyla annesine doğru yürürken tekrar bir araba sarsıntısının sesini duydu. Annesine baktı. Annesi gülümseyerek kafasını salladı. "Boşuna bakma." dedi.
Mine onu dinledi. Yanına gitti ve kucağına oturdu.
Alacağı cevaptan korkarak annesine "Büyümüş müyüm anne?" diye sordu.
Annesi sımsıkı sarıldı ona. "Evet, çok hem de!" dedi coşkuyla. "Ama bu seni hala kucağımda taşımama engel değil."
Annesinin sesi uzaktı. Çok yakınında duruyordu o. Ama uzaktı. Derinden değil. Uzaktı.
Neden korkmuştu Mine cevaptan?
Neden annesinin "Evet, keşke büyümeseydin." demesini beklemişti.
Henüz 10 yaşındaydı.
Annesi ona hiç böyle bir şey söylememişti.
Söylemezdi de.
Hala saçlarını okşuyordu.
"Neden dışarda kimse yok?" diye sordu bu sefer de.
"Çok önemli bir şey var."
Mine düşündü. Köy ne zaman boş olurdu?
"Düğün mü var!" dedi coşkuyla. En son arkadaşlarından biri olan Banu'nun evleneceğini duymuştu sanki.
Ama hayır Banu evlenemezdi.
Banu 11 yaşındaydı henüz.
Mine ise henüz 10 yaşındaydı.
Bu köyde evlilik yaşı 15ti. Banu'nun daha 4 yılı vardı. Hem daha geçen gün sokakta ip atlamışlardı. Hayır, evleniyor olamazdı.
"Hayır kızım, düğün yok." dedi annesi.
Hala saçlarını okşuyordu.
Ama elleri de uzaklaşıyordu sanki artık. Tıpkı sesi gibi. Görebiliyordu, parmakları henüz boyanmamış saçlarının arasından geçiyordu usulca. Yumuşacıktı saçları.
Annesinin gözlerinin içine baktı. En içine kadar görmeye çalışarak baktı.
Neler oluyordu?
Annesiyse sanki ona, onu şefkatle eritmek istercesine bakıyordu.
Henüz 10 yaşındaydı o.
Başını annesinin göğsüne yasladı. Eskilerden kalmış bir koku duydu ama tazecik bir kokuydu sanki.
Eskilerden mi?
Hayır, o her gün annesini koklardı.
Hep "Seni kokundan bile tanırım." derdi annesine.
Eski olamazdı.
Henüz 10 yaşındaydı.
"Peki o zaman nerdeler?"
Annesinin yüzü asıldı. "Birini ziyarete gitmişler."
"Kim o?" dedi Mine merakla.
Köyün tamamı kimi, ne için ziyarete gidebilirdi ki?
Annesi cevap vermedi, sadece gülümsedi.
Balon iyice şişmişti. Mine elini göğsüne götürdü ve balona bastırdı. İnmiyordu. Artık çok geçti.
"Biz neden gitmedik?"
Annesi sabırsızlıkla gözlerini devirdi. "Çok soru soruyorsun Mine." dedi.
Mine biraz darılmıştı. Dudaklarını büküp kaşlarını çattı. Annesinin gözleri üzerindeydi ama aldırmadı. Kızmıştı.
Annesi gittikçe hissedilmeyen eliyle Mine'nin saçlarını okşamaya devam etti. Görünüşte parmak uçları başına değiyordu ama Mine hissetmiyordu. Acaba hasta mıydı?
Annesine baktı tekrar. Çok huzurlu görünüyordu. Mine hafızasını yokladı. Onu hiç böyle görmemişti. O hep evin koşuşturan annesi, köyün koşuşturan kadınlarındansa sadece biriydi. Sabah ezanıyla birlikte kalkar namazından sonra hemen işlere girişirdi. Müthiş bir enerjisi vardı her köylü kadın gibi. Kocaman evdeki 4 sobayı hazırlar yakar, sonra kahvaltı derdine düşerdi. Kahvaltıyı da geçirdikten sonra ev işlerine geçerdi. Öğle yemeği, akşam yemeği, komşu gezmesi derken gece hala gülümseyebilirdi o. Yorgun olduğunu söylememişti hiç. Hiç hasta da olmamıştı mesela.

Ama çok hasta olmuş işte.

Hayır, olmamıştı.
Mine henüz 10 yaşındaydı.
Bilmiyordu, bilemezdi.
"Biz neden gitmedik?" diye sordu Mine dikkatle annesine bakarak. Annesi o ufak, kibar kahkalarından birini attı. Sesi gibi uzaktan değil çok yakınından gelmişti. Mine içindeki balonun biraz söndüğünü hissetti.
"Senle evde kalmak istedim. İyi olmadı mı?"
Balon neredeyse tamamen sönmüştü. Kocaman gülümsedi Mine. Çok özlemişti annesini, tabi ki iyi olmuştu.
Özlemiş miydi?
Ama o her gün görüyordu annesini, nasıl özleyebilirdi ki?
Henüz 10 yaşındaydı, ama özlemişti.
İki konuşan adam sesi duydu derinden. Kocaman açıldı gözleri.
"Anne!" dedi.
Annesiyse hala en huzurlu yüz ifadesiyle bakıyordu ona, duymamış gibiydi. Mine'nin korku ve şaşkınlığına karşılık o gayet rahattı.
"Duymadın mı?" diye sordu Mine. Kalbi küt küt atıyordu. Balon çok arkalarda kalmıştı. Belki de sönmüştü.
"Duyuyorum. Ama şimdi evimizdeyiz güzel kızım. Ne önemi var..."
Yüzündeki rahatlığın aslında rahatlık değil hüzün olduğunu anladı Mine. Hüzün ve boşvermişlik. Umursamazlık. Ama şefkat ordaydı. O yoğun sevgi oradaydı.
Henüz 10 yaşındaydı.
Tekrar bir araba sesi duydu. Bu sefer araba durmuştu. Kafasını çevirip kapıya doğru baktı. Annesine bakmak için döndüğünde annesi yoktu. Hatta kendisi de yoktu. Divan boştu şimdi. Abileriyle beraber koşuştukları avlu bomboştu. Evde en ufak bir ses yoktu. Bacadan duman tütmüyordu. Ev sıcaklığı yoktu artık. Soğuktu. Güneş vardı ama çok soğuktu.
Hayır, 10 yaşında değildi. 24 yaşındaydı.
"Bacım, bacım!"
Bir adam kolunu tutmuş sarsıyordu. Araba durmuştu. Arabadaki bir avuç insan ona bakıyordu. Mine dönüp adama baktı "Geldik mi?"
Adam başını salladı. Mine ayağa kalkıp arabadan indi. Başının sol tarafında bir zonklama vardı. Ne kadar zamandan beri uyuyordu?
Gözlerini ovuşturup köyüne baktı. 7 yıl önce yaka paça kaçarcasına terk ettiği köye...
Her yerde her şey değişirken köyde her şeyin aynı durabilmesi imkansızdı elbette. Yeni evler vardı mesela, meydandaki kahve yenilenmişti, bakkal büyümüştü. Hatta artık meyve sebze de satıyordu. Önceden kimse pazardan ya da manavdan meyve sebze almazdı. Kahveden ona bakan birkaç adam gördü.Tanımamışlar mıydı?
Elbette ki tanımamışlardı.
Köyden ayrılırken tıknaz bir çocuktu. Kısacıktı saçları. Annesi kısa saçı tertip olarak görmüştü hep. Köyden ayrılmadan önce hep omuzlarına değmeden bitmişti saçları. Şimdiyse saçları, uzatamadığı yıllara inat beline geliyordu.
Sarıya çalan kumral saçları vardı. Şimdiyse kızıldı.
Bir de dal gibiydi artık. Ama yine de gözleri kimin kızı olduğunu ele veriyordu.
Atkısını sıkıca boynuna doladı ve eve az kalmasına rağmen ceketinin önünü de sıkıca ilikledi.Sırtındaki çantayı da düzeltti ve yürümeye başladı. Bazı evlerde doğalgazın olduğunu belli eden o küçük kutulardan gördü. Artık hiç duman tütmüyor muydu? Biraz daha yürüdükten sonra evinin kapısını gördü. Önceden meydana daha yakındı diye düşündü, evler bu kadar sıklaşmadan önce. Her genç onun gibi kaçmamıştı demek ki köyden.
Avluya girdiğinde rüyasını hatırlayıp irkildi ve derin bir nefes aldı. Avlu bomboştu. Yavaş bir ağlama sesi geliyordu.
Merdivenlerden yukarıya çıktı ve girişte kendi arasında konuşan birkaç genç kız gördü. 2 tanesini tanıyabildi ama kalan 2sini çıkaramadı. Kızlarsa onu hiç çıkaramadı.
Hayatında aldığı en derin nefesi alarak evin kapısına yöneldi ve içeriye doğru baktı. Korktuğu görüntü tam olarak karşısındaydı.

12 yaşındaydı. Ümmügülsüm Teyze'nin cenazesinden dönüyorlardı.
"Anne neden ölülerin üstüne bıçak konur?"
"Ölüler şiştiği için."
Kafası karışmıştı, ama tatsız bir konuydu bu. O yüzden daha fazla soru sormadı.
Henüz 12 yaşındaydı.

O beyaz bezin içinde annesi vardı bu sefer. Onun üzerine bıçak konulmuştu. Acaba kim koymuştu bıçağı? Kim onu sermişti yere? Korkmuş muydu acaba annesi? Kapalı mıydı gözleri?
Gözlerinin kaydığını hissetti. Kapıya tutundu. Teyzesi gördü onu. Feryat figan ağlamaya başladı.
Mine ölüye mi ağladığını, yoksa o geldi diye mi ağladığını anlayamadı.
Teyzesi sıkıca sarıldı ona. Teyzesinin kokusu çok benziyordu annesine. "Yetişemedin kızım." dedi kulağına.
Hani bazı anlar vardır. Siz aslında her şeyi bilirsiniz, her şeyin farkındasınızdır ama yine de güçlü durursunuz. Ta ki birisi bu gerçeği yüzünüze söyleyene kadar.
Mine'de de öyle oldu. Kalbini yerinden sökerlermiş gibi oldu önce. Koca bir pençe daldı içine sanki. Boğazına bir hıçkırık oturdu ve gözyaşlarıyla beraber boşaldı hepsi. O annesinin biricik kızıydı 4 erkeğin arasında neden böyle olmuştu.
Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Net göremiyordu yaşlardan hiçbir şeyi. Annesinin elini tuttu. Buz gibiydi eli. Dışarıda kar topu oynadıklarında bile böyle olmamıştı hiç.
Sela okunmaya başlandığında henüz 40 yaşındaydı.





27 Mart 2013 Çarşamba

Ben


"Heyecanlı değilim.
Hayır, hiç heyecanlı değilim.
Heyecanlı değilim.
Değil.
Değil.
Heyecan.
Heyecanlıyım."

Kıpkırmızı boyadığı dudaklarını büzdü. Çok koyu, diye düşündü. 3.defa dudaklarını hışımla sildi.

"Çok uzun zaman oldu.
Bir şey yok artık.
İki yakın arkadaş.
Ben onun çocukluğunu biliyorum.
Sevgili sayılmayız ki artık.
Bitti.
Sevgili."

Göz makyajı mükemmeldi. Ama dudaklarından emin olamıyordu.

"7 sene oldu.
Artık bir şeyleri düşünmek için çok geç.7 sene.
Az mı?
7"

Eli tekrar parfümüne gitti. Ama zaten 2 defa sıkmıştı. Ergen kızlar gibi parfüm şişesine düşmüş gibi görünmek istemiyordu. Elini elektrik çarpmış gibi çekti.
Geri çekildi ve boy aynasında kendine baktı. Yumuşacık ekru bir gömlek, bacaklarını sarmış siyah bir pantolon, çekici kızıl ve dalgalı saçlar, kusurları ustalıkla örten hafif görünen ama aslında uzun süre uğraşılmış bir makyaj.

R: Numaramı nerden aldın?
S: Zor olmadı.
R: Ama neden aldın?
S: Seni merak ettim.

Aynanın karşısında yutkundu.
Gurt.
Aynı çizgi filmlerdeki gibi bir ses geldi boğazından. Yüzünü buruşturdu. Dışarısı günlük güneşlikti, ceket almadı. Çantasını omzuna astı ve çıktı.

"7 senedir beni ilk defa merak etti. Ama neden? Çok uzun zaman olmadı mı? O zaman karnımdaki bu ağrının sebebi ne? Heyecanlıyım. Çok. Ama sakin olmam lazım. Bunu hemen anlar. Kesin anlar o."

Bahar gelmişti. Aylardan nisandı. Taptaze bir hava vardı. Ama onun içindeki heyecana ve sıkıntıya hiçbir hava durumu iyi gelmezdi.

"Niye kabul ettim ki sanki? Deliyim ben!"

Yürüyüş belki onu rahatlatır diye evinin yakınlarındaki kafeyi önermişti ona. Işık hızıyla "Tamam!" demişti.

"Sesi hiç değişmemiş. Acaba kendisi de hala hiç değişmedi mi? Olur mu öyle şey..."

Köşeyi döndü. Önünde upuzun bir yol uzandığını gördü ve durakladı. Kafe bu yolun sonundaydı. 'O' bu yolun sonundaydı. Böyle düşünmek onu çok heyecanlandırdı.

S: Nerde oturuyorsun?
R: Kadıköy'de.
S: İzmir'den ayrılamazsın sanıyordum.
R: İş gereği...
S: Ben de iş gereği İstanbul'dayım, görüşelim istiyorum.

Adımlarını yavaşlattı. Normalde 5 dakikada yürüyebileceği bir yoldu. Ama o kadar yavaş yürüyordu ki 5 dakikada yolun yarısına bile gelmemişti.

"Şimdi 30 yaşında. Kesin evlenmiştir. Ya karısıyla gelirse!? Benim ondan sonra hiç sevgilim olmadı bile. O eminim 1 hafta sonrasına bulmuştur bir tane."

Kafenin tabelası artık daha net görünüyordu. Saatine baktı. Buluşma saatlerine 2 dakika kalmıştı. Bu hızla yürümeye devam ederse 3 dakika gecikecekti. 3 dakika gecikmeyi seçti.

"Hala aynı parfümü kullanıyor olamaz değil mi? Peki benim aldığım saat? O hala duruyor mudur acaba? Ya şu an kolundaysa... Ya ağlarsam..."

Kafenin dışarıdaki sandalyelerinde oturan insanların renkli ve cıvıltılı sesleri gelmeye başlamıştı bile. Siparişler veriliyor, çaylar karıştırılıyordu. Renkli bir cumartesi sabahıydı. İnsanlar aylak aylak kahvaltılarını yapıp stresten arınmaya çalışıyorlardı. 

"Kaç saat dururum acaba yanında? yarım saat yeter mi ki? Yok, o kadarı da ayıp olur. 1 saat ideal ama. "

Ellerini birbirine kenetledi ve parmaklarını sıktı. Bu heyecanlandığında sık yaptığı bir şeydi. Sunumlardan önce, patronunun yanına çıkmadan önce bunu hep yapardı. Genelde işe yarardı. Ama bu sefer zerre yaramadı. 

R: Neden benimle görüşmek istiyorsun? Bir şey mi oldu?
S: Yoo, hayır endişelenme. Sadece görüşmek istiyorum.
R: Ama neden?
S: Seni görmek istiyor olamam mı? 7 yılın sendeki sonucunu görmek istiyorum. Garip bir şey mi bu?
R: Anladım.
S: Hala inatçısın.

Kafenin görüş alanına girince neyse ki normal yürüyüşüne dönmeyi başardı. Allık sürmemişti. Böylece  kızarırsa allık olduğunu düşünecekti ve heyecanlandığını anlamayacaktı. 
Hızlıca dışarda oturanlara bir göz attı.
Yoktu.
Heyecanı ilk önce duruldu. Sonra aniden çok şiddetli şekilde bastırdı. İçeriye girdi tekrar bakındı, yine yoktu. Arasam mı diye düşünürken yukarıya çıkan merdivenleri gördü ve derin bir nefes aldı. Buraya sık gelmesine rağmen hiç üst katı fark etmemişti.  Ama onun orda beklediğinden emindi. (Tabi eğer gelmişse.) Çünkü o denize tutkun bir adamdı ve üst katın denizi çok net bir şekilde görebileceğinden emindi.
Yavaş yavaş merdivenleri çıktı ve daha ferah, daha tenha bir kat onu karşıladı. Tam karşısındaki cam kenarına yaslanmış masalardan birine o oturmuştu.

R: Sen neler yapıyorsun?
S: Birkaç aydır seni düşünüyorum.
R: ...
S: Orda mısın?
R: Evet.

Camdan dışarıya bakıyordu. Tutkunu olduğu denize. İstanbul'un boğazını da beğenmiş miydi acaba İzmir'in masmavi körfezi kadar... Kordon'un kucaklayabildiği kadar kucaklayabilmiş miydi onu Kız Kulesi?
4 5 adım sonra masaya varmıştı. Çantasını masanın üzerine bıraktı ve adam dönüp onu gördü.
Çoğu kadının beğeneceği bir adamdı o. Masmavi delici gözler, simsiyah gür saçlar, karakteristik bir sima ve düzgün yüz hatları.
Ama hayır, aşık olduğu adam bu değildi.
Kesinlikle değildi. 
Ama bu hissettiği aradan geçen yıllar değildi. Bu yabancılıktı.
Adam neşeyle ayağa kalktı, bir elini Reyhan'ın beline attı ve onu hafifçe kendine doğru çekip yanaklarından öptü. Sol yanağında biraz daha oyalanmıştı sanki. Beline atılan elde ona aldığından en az 4 kat daha pahalı bir saat olduğunu hemen fark etti Reyhan.
Reyhan onun kokusunu çok net almıştı. Parfümünü değiştirmişti. Artık daha keskin, daha erkeksi bir koku kullanıyordu. Ama parfümün altında yatan o gerçek kokuyu, eski sevgilisinin kokusunu da duyabiliyordu.

S: Hala seviyor musun Türkan Şoray'ı?
R: Tabii, neden sevmeyeyim?
S: Hiç. Merak.

Reyhan çoğu kişide olan "Ben bunun neresini sevmişim?" düşüncesine daldı ve bu onu tahmin edemeyeceği kadar rahatlattı.
Randevusu tahmin edemeyeceği kadar iyi geçti. Şekerli Türk kahvesi siparişini verirken, hayatından bahsederken, hayatını dinlerken, hala evlenmediğini ya da evlilik namına bir şey yapmadığını duyup çaktırmadan şaşırıp rahatlarken ve kadınlara has bir gurur hissederken, gülerken çok rahattı.
Karnı guruldamaya başladığında saatine baktı. Tam 5 saattir konuşuyorlardı.
Serhat onu fark etti.
"Seni evine bırakmamı ister misin?"
Reyhan içtenlikle kabul etti.
Kafenin dışarda oturan müşterileri çok değişmişti. Artık kahvaltı derdinde değillerdi. Keyif kahvelerini içiyorlar ve güzel havanın keyfini çıkarıyorlardı.
Eve kadar yürüdüler. Konuşmaya devam ettiler. Hala rahattı Reyhan ve sabah neden o kadar heyecanlandığına anlam verememişti. 
Apartmanın önüne geldiklerinde Reyhan ona döndü ve gülümsedi. Serhat da ona baktı.

Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır,bir üşütür,bir ağlatır,bir güldürür;
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.*

Serhat ona sevgiliyken bu şiiri okumuştu bir gece. Ne kadar zaman olmuştu tam çıkaramıyordu ama o gece bu adamı ömrü boyunca unutamayacağını düşünüp hem kahrolmuş, hem mutluluktan uçmuştu.
Bu şiiri bu kadar özel yapan ne seçtiği şair, ne ses tonu, ne de şiiri tam okumadan önce elini tutuşundaki "Sen bana aitsin." tavrı değildi.
Sadece bakışıydı.
Belki de 2 saniyelik bir bakış.
Ve şimdi aradan yıllar geçmişken, çok farklı hayatlar yaşamışken, Reyhan saç rengini 3 defa değiştirmişken, defalarca ayrılığa ağlamışken, tekrar tekrar unutup tekrar tekrar hatırlamışken yüzünde yine o ifade, gözlerinde yine o bakış vardı.
Heyecan geri geldi.
Serhat parmaklarını saçlarından geçirdi ve Reyhan'ın yüzüne doğru eğildi. Nefesini hissediyordu şimdi. İçtiği 'sert' kahvenin keskin kokusu vardı nefesinde, bir de geçmiş. 7 sene önce 'sert' kahve içemezdi o. Çok sütlü içerdi.
Sağ elmacık kemiğinin üstünde ufacık bir beni vardı Reyhan'ın. Serhat onu hep ordan öperdi. 

"Aman da aman nerdeymiş bu tatlı beni!"

Hiç dudağından öpmemişti. 
Dudaklarını benine bastırdı Serhat. Kafası hafiften sağa eğilmişti ve çenesi yamuk bir şekilde tam da Reyhan'ın dudaklarına rast geliyordu. Reyhan o an onu neden sevdiğini anlamıştı, yakasına yapıştı.

*Özdemir Asaf-Aşk

24 Mart 2013 Pazar

Ölüler de Selam Söyler


Kadın aniden gözlerini açtı.
Hava zifiri karanlıktı. Anlam veremedi. O her zaman aralıksız uyurdu. Kaç saat uyuduğu önemli değildi ama hiç gecenin bir yarısı uyanmamıştı. 
Acaba hasta mıyım, diye düşündü. Yattığı yerden kıpırdamadan kendini muayene etti. Hayır, hiçbir şeyi yoktu.
Bir gariplik var diye düşündü, ama yine de gözlerini kapattı.
Buzdolabının kapandığını hissetti bir an için. Ayağa fırladı. Hırsız mı? 
Küçücük odasında onu koruyabilecek bir şey aradı. Ama bulamadı. Yavaşça dolabını açtı ve deri kemerini aldı. Gerektiğinde çok iyi bir savunma aracı olabileceğini biliyordu.
Kapısını yavaşça araladı. Koridor tahmin ettiğinden de daha karanlık ve korkutucu bir şekilde önünde uzanıyordu.Mutfak kapısının altından ise ufacık bir ışık süzülüyordu.
Heyecanla gözlerini ovuşturdu ve yavaş adımlarla mutfağa doğru yürümeye başladı. Avuçları terlemişti ve dili damağına yapışmıştı.
Mutfağın kapı kolunu sıkıca tuttu. Sıcaktı. Diğer elindeki kemeri hissetmek için iyice sıktı. Güven vermesini isterdi. Ama yazık ki vermedi.
Kapı kolunu birden aşağıya doğru bastırıp kapıyı ileri doğru itti ve onu gördü.
Aklına hemen dedesi geldi. Yaklaşık 2 yıl önce vefat etmiş dedesi. O da şu an mutfağında buzdolabını karıştıran adam gibi koyu renkli, ekoseli gömlekler giyer ve pantolon askısı takardı. O hafif göbekliydi ve ondan da temiz bir koku yayılırdı.
"Dede..." dedi bitik bir sesle. Kemeri tuttuğu eli aşağıya düştü. Deminki savunmacı ruh halinden eser kalmamıştı.
Adam önüne döndü. Hayır, dedesi değildi. Ama ona çok benziyordu. Çok hem de. Ama aslında hiç benzemiyordu. 
Birincisi dedesinin esmer bir çehresi vardı. Bembeyaz saçlarıyla mükemmel bir tezat oluşturan esmer bir çehre. Gürdü saçları. Çok gür. Babaannesi hep derdi "Ben dedenizin bana ormanı çağrıştıran saçlarına aşık oldum ilk." diye.
İlerleyen yaşına rağmen hiç dökülmemişti. 
Kahverengi, keskin ve canlı gözleri vardı. Küçükken dedesinin bu gözlerle insanın aklını okuyabildiğini düşünürdü. Biraz büyüyünce bu düşünceden sıyrıldı ama yine de tam anlamıyla sıyrılamadı, çünkü bugüne kadar dedesinin hiçbir insan hakkında yanıldığını görmemişti.
Dedesi ve onla ilgili tüm bu düşünceler zihnini sadece 1 saniye meşgul etmişti.
Adam hala buzdolabının önündeydi ve ona gülümsüyordu. Elinde geçen gün aldığı yarım bıraktığı sandviç vardı, diğer elinde de domates. 
Hala dedesine çok benziyordu.
Hala dedesine hiç benzemiyordu.
Dedemin kıyafetleri mi acaba diye düşündü bir an, ama hemen vazgeçti. Bu adam dedesinden en az 10 santim daha uzundu ve omuzları daha genişti. 
Aralarındaki tek fark da bu değildi ayrıca.
Bu adam düpedüz sarışındı ve masmavi gözleri vardı. Gökyüzünün tatlı mavisi gibi. Ama hep olan mavi değil. Bu mavi her zaman görülemeyecek kadar değerli bir maviydi çünkü. 
Sedef her dışarı çıktığında, apartman kapısından dışarı adımını atar atmaz hemen başını kaldırır ve göğe bakardı. Gördüğü renge göre gününün nasıl geçeceğine karar verirdi ve hiçbir zaman yanılmamıştı.
Adamın gözlerindeki rengi toplamda 12 defa yakalayabilmişti.
1.si matematik sınavından 100 alıp öğretmen onu bütün sınıfın önünde tebrik ettiği günün sabahında
2.si uzun zamandır aradığı ama bulamadığı bir kitabı sokak arasındaki dandik diye nitelendirdiği bir kitapçının vitrininde yarı fiyatına bulduğu günün sabahı. (Hayır korsan değildi. 2.eldi.)
3.sü üniversite sınavına gireceği günün.
4.sü 5 senelik bir ayrılıktan sonra annesinin İtalya'dan geri döneceği günün sabahında.
5.si Almanya vizesini aldığı günün sabahı.
6.sı üniversite balo gününün sabahı.
7.si saçlarını boyatacağı günün sabahı.
8.si 13.iş görüşmesine gideceği günün sabahı. (Sonunda kabul edilmişti. Tabi düşündüğünün yarısı bir maaş ve aklına bile getirmediği bir pozisyonda.)
9.su 'O'nu gördüğü sabah. 
10.su yaklaşık 4 saat arka arkaya bıkmadan dinleyeceği şarkıyla tanışacağı günün sabahında. Hala da bıkmamıştı.
11.si işyerinden bir kızla dışarı çıkıp, nihayet işyerinden gerçek bir arkadaş edindiği anladığı günün sabahı.
12.si annesinin göğsündeki kitlenin iyi huylu olduğu anlaşıldığı günün sabahı.
Fazla günlük tutan biri değildi. Yılda en fazla 5 gününü yazardı, ama bu günler harfi harfine yazılıydı.
Dedesinden biraz daha yaşlıydı bu adam. Yüzü daha fazla kırışıklıkla kaplıydı. Üstelik kırışıklıkları çok daha derindi. Ama yüzünde ya da boynunda en ufak bir sarkma yoktu. Yaşlılık değil, tecrübeyi çağrıştırıyordu. Sedef bunu hiçbir yaşlıda görmemişti daha önceden.
Ve dedesinden belki de en büyük farkı saçlarıydı. Gür olmak bir yana, neredeyse tepesinde 1 tane saç kalmamıştı.
"Merhaba Sedef!" dedi adam neşeyle. Elindekileri ufak mutfak masasının üzerine koydu, tekrar buzdolabına yöneldi.
Sedef kaşlarını çattı, kızdığında ve ağladığında alnının ortasında beliren çizginin tekrar belirginleşmeye başladığının farkındaydı.
Adam tekrar Sedef'e döndü, bu sefer elinde kendi yaptığı haydari vardı. "Haydariye bayılırım!" dedi capcanlı bir sesle. Çekmeceden çabukça çatal aldı ve sandalyeye oturdu. Sedef'e göz kırptı "Sen bu saatte yemezsin, o yüzden sadece bir çatal."
Doğru yemezdi. 9 yıldır saat 10dan sonra ağzına hiçbir şey sürmemişti. Ama bunu nerden biliyordu?
Peki bu önemli miydi? Bu adam kimdi?
Peki bu iki soru önemli miydi? BU ADAMIN MUTFAĞINDA NE İŞİ VARDI?
Zonklamaya başlayan başına rağmen adamın karşısına oturdu ve derin bir nefes aldı. Konuşup bir şeyler söylemek istedi ama dili dönmüyordu. 
Ağzını açtı, boğazı kupkuruydu.
Yutkunmaya çalıştı, o da olmadı.
Adam haydariden bir çatal aldı ve mutlulukla gülümsedi. "Sen mi yaptın? Mükemmel!" Rahat bir tavırla sandviçten de bir ısırık aldı ve yavaş yavaş çiğnedi. Çok huzurlu görünüyordu. Huzurlu ve tecrübeli. Sedef içinde bulunduğu duruma rağmen hala adamdan korkmuyordu. En ufak bir korku yoktu içinde.
"Dedenin selamı var."
Dedem?
"O ölü, dalga geçme benle." dedi kaba bir şekilde. Sesi olduğundan daha kalın çıkmıştı. Boğazı kupkuruydu.
"Ölüler selam söyleyebilir Sedef." 
Adamın sesi aynı zamanda rahatlatıcı ve ikna ediciydi. İkna olmuştu Sedef.
Tabii, ölüler de selam söyleyebilirdi.
Selam söyleyebilirdi ölü ya da diri herkes.
Selam söyler.
Selam.
"O nasıl?"
Adam kocaman gülümsedi. Neşeyle haydariye daldırdı çatalını ve ağzına götürdü.
"Çok iyi. Çok iyiyiz. Bizi merak etme. Ama sen iyi değilsin. O yüzden üzülüyor. Ben de üzülüyorum tabi ki."
"Nerden biliyorsunuz?"
Gerçekten de çok mutlu olduğu söylenemezdi. Sıkıntıları vardı. Gerçekleşmesi henüz hiç ama hiç beklenmeyen istekleri de vardı aynı zamanda. Bir de yalnızdı tabii. Çok yalnız hem de. Annesiyle 5 aydır yüzyüze görüşememişti. Babasından en son 3 ay önce mail almıştı ve en son ne zaman telefonda konuştuklarını hatırlamıyordu. O meşgul adamdı. Çok meşgul. Hep işi vardı. Sahi en son hangi ülkedeydi? 
Bir ablası vardı Sedef'in. 17 yaşında evlenmişti. Her zaman her konuda kavga eden anne ve babası ilk defa birlik olmuş ve onu bu kararından vazgeçirmeye çalışmıştı. Ama hayır, o çok kararlıydı. 12 yaşındaydı o zaman Sedef.
Evlenmişlerdi.
Anne ve babasının teorileri tutmamıştı. Ablası şu an çok mutluydu. Üniversite okumamıştı. Bunun yerine 5 çocuk doğurmuştu. Mis gibi bir evliliği vardı ve gün geçtikçe daha da gençleşip güzelleşiyor gibiydi.
Sedef onu aramaktan hep çekiniyordu. Sanki kendisi vebalıydı ve ablasının o mükemmel, aşk dolu hayatına bunu bulaştırmaktan korkuyordu. Ama ablası onu haftada 2 defa arayıp Samsun'daki evine çağırırdı. Genelde çarşamba ve cumartesi arardı.
Sedef'i anneannesi ve dedesi büyütmüştü. Anne ve babası Sedef 12 yaşındayken, ablası evlendikten yaklaşık 1 ay sonra boşanmışlardı. Zaten boşanmadan önce de aile namına pek bir şey hatırladığını söylenemezdi. Aile anne baba değildi onun için. Anneanne dedeydi.
Anneannesini dedesinden 4 yıl önce kaybetmişti. 
"Deden seni hiç bırakır mı Sedef?" dedi adam tatlı tatlı gülümseyerek.
Doğru, bırakmazdı.
"Ben çok yalnızım." 
Gözleri sulanmıştı. Dudakları titriyordu. Adam bu durumu anlayışla karşıladı.
"Yalnız olduğunu düşündüğünde dedeni düşün. O hep senin yanında. Bunu fiziksel olarak hissetmen gerekmez. Maneviyat her zaman için maddiyattan daha önemlidir."
1. damla yanağından süzüldü.
"O düşündüğün pozisyona getirildiğinde de çok mutlu olamayacağını biliyorsun. Kariyerin için çabalamaktan vazgeç."
2. damla da süzüldü dümdüz bir çizgi halinde.
"Patronun senin adını bilmese de olur. Daha iyi bir evde yaşamasan da olur."
3,4 ve 5 aynı anda aktı.
"Kendini düşünmeyi öğrenmelisin."
Yanaklarını hızlıca sildi.
"Babana sen mail at mesela. Hatta yüzsüzce ara onu. Bulunduğu ülkeden bir şeyler iste."
Gözleri korkunç bir şeklde yanıyordu. Endişeyle babasını getirdi aklına. Sağlığı ne durumdaydı, bilmiyordu. Çok korktu. Hiçbir şeyden haberi yoktu.
"Samsun'u da merak ediyorsun ve hadi itiraf et Ankara'yı da özledin. Git. Onlar seni çok seviyor."
Ablasının en küçük çocuğu 3 yaşına gelmiş olmalıydı. Hiç gitmemişti Samsun'a taşındıklarından beri. Yutkundu. Bir teyzeleri vardı. Eniştesinin işleri ne durumdaydı?
"Boşver işleri, bak sana pasta getirdim."
Sedef tekrar yutkundu. Bu sözün bir değişiğini duymuştu 16 yaşındayken. Geometriden 11 aldığında. Dedesi ona "Boşver dersleri, bak sana pasta getirdim." demişti.
Adam tezgahın üzerindeki kutuyu gösterdi. Sedef ona hiç dikkat etmemişti. 
"Deden seni çok özlüyor ve hep yanında, bunu sakın unutma. Mutlu olduğun zaman, istediğin herkese adını öğretebilirsin."
Adam ayağa kalktı ve pencereden dışarı baktı. "Bak güneş doğmuş. Bugün cumartesi ama insanlar yine de bir koşuşturma peşinde. Arada dinlendikleri için idare edebiliyorlar. Sen de dinlenmeyi öğren Sedef. Sen hiç dinlenmedin."
Sedefle adam göz göze geldi. Aslında Sedef'in sormak istediği bir sürü soru vardı dedesiyle ilgili. Anneannesi'nden haberi var mıydı acaba bu adamın? Neden hala korkmayıp ona inanmayı tercih ediyordu? Bilmiyordu.
"Artık gitmeliyim."
Sedef istemsizce ayaklandı. Hala adamı inceleyip dedesine ne kadar benzediğine ve ne kadar da ayrı olduklarına, bunun aynı anda mümkün olmasına hayret ediyordu. 
Sonra endişeyle kendine baktı. Yorgundu. Dopdolu ama mutsuz bir iş hayatının ve bomboş bir sosyal hayatın izlerini taşıyan bir kızdı o. 
Adam kapıya yöneldi. Sedef peşinden yürüdü. Adam kapıyı açtığında "Dedemle birbirinize çok benziyorsunuz." dedi Sedef. Adam gülümsedi. "En iyi arkadaşlar zamanla birbirine benzer. Birinin en iyi arkadaşı olduğu zaman bunu anlayacaksın. Sen daha hiç kimsenin en iyi arkadaşı olmadın Sedef. Ama üzülme geç değil. Pazartesi o kızın telefon numarasını al. Belki bir kahve içersiniz."
Adam kapıyı çekip çıktı. 
Sedef 5 saniye dikildi. Sonra hemen kapıya sarıldı ve hızlıca kapıyı açtı. Adamın olduğuna dair hiçbir iz yoktu. Ne bir ayak tıkırtısı ne bir koku. Hiçbir şey. Çıplak ayaklarla apartmanın çıkışına doğru koştu merdivenlerden. Dışarı çıktı. Yoktu.
Nefes nefese tekrar evine çıktı. İstemeden kiraladığı evine çıktı. 1 oda 1 salon. Ama mutfağı anneannesiyle dedesinin evindeki mutfağa benziyordu. "Tek iyi yanı bu heralde." diye düşünmüştü parasının sadece bu eve yeteceğini anladığında.
Kapıyı çarpıp mutfağa koştu. Pasta hala tezgahın üzerindeydi. Yırtarak kartonunu açtı hışımla. Dedesinin seneler önce ona aldığı pastaydı. Çikolatalı, muzlu.
Ağlayacaktı. Ama kendini tuttu. Saate baktı 7ydi. Annesi her sabah ezanda uyanırdı. Telefona sarıldı ve hemen annesinin numarasını tuşladı.
"Günaydın anne. Seni çok özledim. Sanırım Ankara'yı da..."




14 Mart 2013 Perşembe

Titiz Bir Ayrılık Öyküsü



Elindeki çantayı portmantonun yanına koydu. İnce ceketini üzerinden atıp, damlaları hala üzerinden süzülen şemsiyesini şemsiyeliğin içine koydu. Yerdeki damlalardan kar gibi beyaz çorapları ıslandı. Neyse, dedi içinden, sonra temizlerim yerleri.
Bir adım daha attı artık salonundaydı. Derin bir nefes aldı ve evinin huzurunu koklamaya çalıştı. Ama olmadı. Eskisi gibi değildi. Terk edilmişti.
Ben, demişti Nurgül'ün sevmediği surat ifadesiyle. Daha özgür ruhlu birini istiyorum.
Nurgül aynı yüz ifadesini daha önce onu terk eden annesinden bahsederken görmüştü. Aynı zamanda uzun zamandır beklediği bir filme ilk biletleri alamadığında, bir de almak istediği gömleği başkasının elinde mağazadan çıkarken gördüğünde.
En son da bugün görmüştü.
Toplamda 4 defa.
Ben, demişti, daha özgür ruhlu birini istiyorum.
Nurgül'ün suratı değişmişti.
O anda yüzünde oluşan ifadeyi bilmiyordu. Onun bildiğinden de emin değildi. Acaba o da yüz ifadelerini sınıflandırmış mıydı? Mesela bugün yüzünde oluşan ifade daha önce ne zaman oluşmuştu? Bunları biliyor muydu?
O surata rağmen devam etmişti ama.
Utanmadan hem de.
Sen çok derli toplusun. Çok düzenli. Titiz. Tamam bu güzel bir şey olabilir. Ama ben bundan çok sıkıldım.
Yutkundu, birinci yumru boğazının orta yerinde durdu.
Öyle mi, dedi ağzının içinde. 3.defa hırsla bıçağını peçeteyle silmeye başladı. Tamamen bıçağa yoğunlaşmıştı ki üzerinde bir çift göz hissetti. Gözlerini kaldırdı ve 42 dakika 53 saniye sonra son kez göreceği adama baktı. 
Şimdi onun yüzünde başka bir ifade vardı.
Bu ifadeyi şimdiyle beraber toplamda 12 defa görmüştü. Ama en yakın zamanda olanı (5 gün önce) bir sokak köpeğine vuran kadına bakarken oluşmuştu. Nurgül o zaman ona bayılmıştı. Hayvanlara saygılıydı. Bakışlarıyla aşağılamıştı kadını. Ama sorun şu ki şimdi ona da aynı ifadeyle bakıyordu. Onu da mı aşağılıyordu?
Bıçak elinden masaya düştü. Gözlerini utangaç bir şekilde kırpıştırıp kaçırdı. Bunu daha önceden 34 defa yapmıştı ve 41 dakika 24 saniye sonra son kez göreceği adam ona 34 seferinde de "Utanmanı çok seviyorum." demişti. Ama bu sefer öyle bir şey demedi. Bunu en son 12 gün önce söylemişti. Öğle arasında buluşmuşlardı. İş yerinin karşısındaki kafede sandviç yiyip, çay içerlerken. Ne kadar da çok peçete harcamışsın sen öyle dediğinde önce önündeki peçete yığınına bakmıştı. Sandviç yemek çoğu zaman iyi bir fikir değildi zaten. Sonra gözlerini kaçırmıştı.
Utanmanı çok seviyorum.
Tekrar yutkundu, 2.yumru 1.yumrunun tam üstüne büyük bir şiddetle kuruldu.
Ama ben her zaman böyle değil miydim, diye sordu gergin bir şekilde. Bu sefer sesi biraz yüksek çıkmıştı ve alnının sol tarafındaki doğum lekesinin kabarıp kızarmaya başladığının da farkındaydı.
Sonra dudaklarını büzdü ve sol tarafa kaydırdı. Bunu genelde kitap okurken ya da belgesel izlerken yapardı. Toplamda 65 defa yakalamıştı. En sonuncusu 16 gün önce Nurgül'ün evinde Çalıkuşu'nu okurken olmuştu. Pencereler açıktı ve güzelim eylül ayının tatlı serin akşamüstü esintisi perdeleri hafiften uçuşturarak içeriye süzülüyordu. Nurgül'ün küçük salonunda,yemek masası ve orta sehpanın arasındaki kanepede oturuyorlardı. Kanepe uzundu. Biri bir uçtaydı, diğeri diğer uçta. O Çalıkuşu'na yoğunlaşmıştı, Nurgül ise okuyor süsü verdiği moda dergisinin üzerinden onu izliyordu. Sakalları çok uzamıştı, 2 haftadır işsizdi çünkü. Artık evden çalışacaktı. O bir iç mimardı ve özgür bir ruha sahipti. Bir şirkete bağımlı olmak zorunda değildi. 
Ya Konak'ta, ya Bostanlı'da ya da Nurgül'ün evinde takılırlardı. Nurgül 14 ay 8 günlük bir birlikteliğe rağmen bir kez bile onun evine gitmemişti. Evi Buca'daydı çünkü. Nurgül'ün ise deniz takıntısı vardı. Küçükken bronşit olduğu için hep denize ihtiyaç duymuştu çünkü. Ama Buca'da deniz yoktu ve Nurgül çok çok zorunlu değilse eğer Buca gibi, Bornova gibi, Menemen gibi denizden mahrum yerlere gitmezdi. Sevgilisinin evine gitmesi o kadar da zorunlu değildi ki. Hem bekar erkek eviydi sonuçta. Toparlamadan duramazdı. Başkasının evine müdahale etmeyi de sevmezdi, dağınıklığın içinde de oturamazdı. Hasta ederdi bu onu.
Baştan beni bu kadar rahatsız etmiyordu ama bilemiyorum, dedi kararsız bir şekilde. Kelimelerini dikkatle seçmeye çalışır gibiydi.
Parçaları birleştirdim ve ortaya çıkan bütünden çok rahatsız oldum.
Parçalar deyince Nurgül'ün aklına küçükken çok düşkün olduğu yapbozlar geldi. Sabırlı ve titiz bir kızdı o, elbette ki yapbozlara bayılırdı. Tam 72 yapboz tamamlamıştı. Bu 72 tanenin son 14 tanesi 2000 parçalıktı ve ortalama 10 günde bitmişlerdi. Ama uzun bir aradan sonra tekrar aldığı 1000 parçalık yapbozu bitirememişti. Bir türlü zaman ayıramamıştı ona. Yatağının sağ tarafındaki uzun kitaplığın 3.rafındaydı. 
Ne parçası, diyebildi ve ardından 3.yumruyu kursağına yolladı. Güm diye bir ses geldi boğazından önceki iki yumruyla karışlaşmıştı 3.yumru. Ama o bunu fark etmedi bile.
Mesela sen bana hiç gelmedin, dedi köpeğe vuran kadına baktığı gibi bakmaya başlamıştı yine. Orta kalınlıktaki dudakları incelmiş ve gerilmişti, masaya doğru eğilip şimdi Nurgül'e çok korkunç gelen mavi gözlerini dikmiş Nurgül'e bakıyordu.
Hiç benim tavsiye ettiğim yerlere gelmedin, çünkü sen temizliğinden emin olduğun yerlere gitmek istedin.
Köpek almak istediğimi söylediğimde bunun bir şaka olduğunu düşündün ve umursamadın bile.
Sana aldığım gümüş kolyeyi bir ker bile takma nezaketinde bulunmadın, çünkü sen sadece bir yerden takı alışverişini yaparsın ve evet, haklısın ben ordan almamıştım. O kolyenin nerde olduğunu bile...
Sözünü kesti Nurgül.
Hayır hayır tabi ki hatırlıyorum. Şifonyerimin altındaki çekmecede. Eldivenlerimin yanında. 
Durdu.
Alerji yapar diye korktum dedi ağzının içinde. Biliyorsun, tenim hassas.
Masanın üzerinde eğilmekten vazgeçti ve sandalyesine yaslandı. Alaycı bir gülümseme vardı şimdi yüzünde. Nurgül bu gülümsemeyi hiç ikisi yalnızken görmediği için şimdi biraz tedirgin olmuştu. En istemediği şey bu lokantadan (Nurgül'ün 8 yaşından beri güvenle tercih ettiği oldukça kaliteli bir et lokantası) hiçbir zaman, hiçbir şeye şans vermeyecek şekilde ayrılmaktı.
Sanırım o yüzden hep elimi tutmadan önce yıkayıp yıkamadığımı soruyorsun.
Sormuş muydu hiç? Gerçekten farkında bile değildi.
4.yumru boğazına tamamen tıkandı, biraz su içmek zorunda kaldı. Yumruların hırçın bir kedi gibi sesler çıkardığını hissetti.
Özür dilerim, dedi ağzının içinde. 
O ciddiyetle Nurgül'ü inceliyordu.
Başını önemli değil, anlamında salladı. Ama öyleyse bile bu çok buruk bir önemli değildi. Sanki öenmli olsa daha iyi olacak gibi.
Nurgül önündeki artık buz olduğundan emin olduğu köfteleri sanki yemeye mecali varmış gibi çatal bıçağı eline aldı. Ve bıçak aniden elinden yere düştü. Korkunç bir gürültü koptu. 35 dakika 28 saniye sonra son kez göreceği sevgilisi yere düşen bıçağa bakarken sol gözünden bir damla yaş köftenin üzerine düştü. Artık onu asla yiyemezdi. Hatta bir daha köfte bile yiyemezdi. Öyle nefret etti o an.
Hesabı isteyip öderken Nurgül taş gibi hareketsiz oturuyordu. Sonra kolunu tuttu, Hadi canım gidelim artık, dedi.
Ona binlerce defa canım demiş olmalıydı.
Genelde ilişkinin ilk evrelerinde kullanılan bir hitaptır canım, ama bu ilişkide öyle olmamıştı. Güzelim demişti ilk başlarda Nurgül'e. Sonra hayatım. Tam 8 defa birtanem demişti ama hiç yakışmıyordu ağzına. 4 defa aşkım demişti ilişkilerinin 7.ayında ama o da olmamıştı. Sonra canım'ı bulmuşlardı ve mükemmel durmuştu ilişkilerinde.
Kolunu omzuna attı her zamanki rahatlığıyla. Nurgül biraz çekingen duruyordu. Karışık sokaklardan, dilencilerin yanından geçip Kordon'a çıktılar. İskele'yi görüyordu Nurgül. Baya yürümüş olmalılardı. Oysa ki hiç farkında değildi.
Saatine baktı. 12 dakika 12 saniye kalmıştı.
Yana saptılar ve bir sokağın içinde dümdüz yürüdüler. Sonra tekrar sapıp devam ettiler. Artık bilincini yitirmiş gibiydi Nurgül.
Siyah bir apartman kapısının önünde durdular. İlk öpüştükleri yerdi burası. (İlişkilerinin 3.ay, 12. günü)
Nurgül öpüşmelerini hatırlayınca birden titredi. Hiç öpüştüğü birine veda etmemişti.
Ellerimi yemekten sonra yıkamıştım ama, çıkarken tekrar yıkamadım. Boşver, sade bir veda olsun bu, dedi 5 dakika 7 saniye sonra son kez göreceği adam.
Nurgül ağzını bile açamadı. Bunu umursayacak olsam elini omzuma atmana izin vermezdim, demedi. Diyemedi. Hiçbir yararı olmayacağını biliyordu çünkü. Başını öne eğdi. Gidişini görmeme konusunda kararlıydı. Ayaklarına bakıyordu. Dockers'tan alınmış, kahverengi bağcıklı ayakkabılar.
Hoşçakal.
Sonra ayaklarını görmedi.
Gidişini görmeme konusunda kararlıydı ama kararlı olduğu başka bir konu daha vardı.
Ahmet!
Arkasına döndü. Ahmet yolun ortasında durmuş, ona bakıyordu. Şaşkın gözüküyordu, belli ki Nurgül'den beni beklemiyordu. Bu şaşkın bakışı 6. görüşüydü Nurgül'ün. En sonuncusu 2 ay 5 gün önce arkadaşlarıyla hep beraber gittikleri karaoke barda Nurgül de çıkıp şarkı söylediğinde görülmüştü. Bu 7. olmuştu ve tabi son.
Koştu ve kucağına atladı. Bunu sadece bir kere yapmıştı. 2 ocak günü kabus gördüğünde Nurgül onu aramıştı (saat 2:58'ken) ve o arabaya atlayıp gelmişti. Nurgül ona aynı bu şekilde sarılmıştı.
Ahmet de onu sardı sarmaladı. O hep şefkatli olmuştu zaten. Nurgül birkaç defa hafiften iğrendiği ter kokusunu duydu. Çok inceden geliyordu ama yoğun değildi. Erkeksi parfümü onu bastırıyordu. Ahmet biraz daha sıktı kollarını ve Nurgül'ün ayakları yerden kesildi. Tam seni seviyorum diyecekken Nurgül, gitmeliyim dedi Ahmet. Ama kolları hala sımsıkıydı.
Ama Nurgül kollarını gevşetti ve o masmavi gözlere bir kez daha baktı. Son kez. Ve arkasına döndü. Ama yürümedi ve saatine baktı. Bitmişti.
Ahmet'in de yürüyüşü duyulmuyordu ama Nurgül yine de arkasına dönmedi. Bittiğini biliyordu, emin adımlarla evine doğru yürüdü.
Apartmana girdi ve sırtını kapıya yasladı. Gözyaşları sicim sicim gözlerinden akıp yanaklarını ıslatırken makyajını umursamadı bile. 15 dakika 43 saniye sonra apartmandan dışarıya çıktı. Ahmet gitmişti. Oysa orda bekleseydi, ya da Nurgül'ün peşinden gelmeyi deneseydi Nurgül değişeceğinden ve dahası onu daha fazla seveceğinden emindi.
Ama aslında zaten bittiğini biliyordu ve Ahmet de gitmişti zaten
Nurgül ellerinin tersiyle yanaklarını sildi ve dümdüz yürüdü. Bu yolu fazla kullanmazdı. Sol tarafındaki hiç ama hiç görmediği pastaneden 10 tane damla çikolatalı kurabiye aldı. Sonra biraz daha ilerledi ve daha önce hiç yemediği bir fast food restoranından (Doğruyu söylemek gerekirse 8 senedir hiçbir fast food restoranından herhangi bir şey yememişti.)  3 tane hamburger ve nugget aldı. Bütün bu sağlıksız şeyler elindeyken yağmur yağmaya başladı. Temkinliydi, şemsiyesini açtı. Eve gidene kadar oldukça hızlanmıştı yağmur. Birazcık da koşturarak kendini evine attı.
Elindeki çantayı portmantonun yanına koydu. İnce ceketini üzerinden atıp, damlaları hala üzerinden süzülen şemsiyesini şemsiyeliğin içine koydu. Yerdeki damlalardan kar gibi beyaz çorapları ıslandı. Neyse, dedi içinden, sonra temizlerim yerleri.
Bir adım daha attı artık salonundaydı. Derin bir nefes aldı ve evinin huzurunu koklamaya çalıştı. Ama olmadı. Eskisi gibi değildi. Terk edilmişti.
Koltuğa oturmadan önce kendine bir bardak meyve suyu doldurdu. Hamburgerlerini orta sehpaya açtı ve birinden bir ısırık aldı. Daha önce hiç burda yemek yememişti. Ahmet yemek istediğinde de oldukça net bir şekilde hayır demişti. Her şeyin bir yeri vardır. Bunu hatırlayınca yumrular tekrar ortaya çıktı ama yine de iyice çiğnenmiş hamburger lokmasının geçmesine izin verdiler.
Nurgül orda beyaz kanepesinin üzerinde otururken artık değiştiğini ve bu değişimin devam edeceğini çok iyi biliyordu. Ama yazık ki Ahmet'le hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğinin de içten içe farkındaydı. Ama bunu kendine belli etmemeye çalışıyordu.
Annesinin babası tarafından terk edildiği gece annesinin yaptığı gibi televizyon açıkken kanepede uyumaya karar verdi. Annesini özlüyordu. 14 yıl 8 ay 12 gün önce vefat etmişti.
Eve girerken olan damlaları taaa 2 hafta sonra yeni tuttuğu gündelikçi kadın temizledi. Çok iyi anlaştılar onunla.
Ama hiçbir zaman köfte yemedi.
Tabi hamburgerlerin içindekileri saymazsak.