26 Nisan 2013 Cuma
Henüz
Annesi usulca saçlarını okşuyordu.
Çevrede kuş cıvıltıları vardı.
Köydeki evlerinin avlusundaydılar. Mine'nin 7 yıl boyunca yazları uyuduğu divanda Mine annesinin dizine koymuştu başını.
10 yaşındaydı.
Annesi ise 26.
Kuş cıvıltılarından başka ses yoktu. Oysa ki köy yeri hep gürültülü olurdu. Evleri köyün meydanına çok yakındı, bu yüzden koyunlarını otlatan çobanlar, oyun oynayan çocuklar, dere kenarına çamaşıra gitmek isteyen genç kızlar ve genç kızları gözlemek için onların peşinden derenin yolunu tutan genç delikanlıların hepsi evlerinin önünden geçmek zorundaydı. Traktörler ve ağır ağır ilerleyen kamyonetler de.
Ama yoktu.
Hiçbiri yoktu hem de.
Sadece kuş cıvıltıları.
Hava çok tatlıydı. Ne fazla sıcak ne fazla serin. Ferah. Toprak kokusunu alabiliyordu Mine. "Çok özlemişim." diye düşündü. Sonra aniden kaşları çatıldı. Neden özlesindi ki? O hep burdaydı.
Ama özlemişti işte.
Kafası karıştı.
Hemen düşünmeyi bıraktı. Bu köy evinde, bu divanda düşünmeye devam edebilmek, tatsız konulara kafa yorabilmek ona hep çok zor gelmişti zaten. 'Huzur' dendiği zaman aklına gelen tek yer avlunun kenarına konumlanmış bu divandı. Huzuruna mantığını karıştırmamaya, düşünmeyi sokmamaya dikkat etmişti hep.
Ama ne zaman etmişti?
Henüz 10 yaşındaydı.
Annesinin dizinden kalktı. Annesi şaşkın gözlerle ona baktı. İri, kahverengi gözler. Mine'nin gözlerinin aynısı. Kirpikleri neredeyse kaşlarına değiyordu. Mine'nin kirpikleri hiçbir zaman öyle olmamıştı.
Hiçbir zaman mı?
Ama ne zaman?
Henüz 10 yaşındaydı.
"Sıkıldım." dedi omuzlarını silkerek. Annesi gülümsedi.
"Bir şey mi oldu anne?" diye sordu Mine. İçinde garip bir sıkıntı vardı. Kendini bildiğinden beri ağlamaya ne zaman çok yaklaşsa göğsünün arkasında bir balon şişerdi. Yine şişti.
Annesi daha şefkatli gülümsedi. "Hayır kızım, ne olabilir ki?"
Annesinin sesi rüyadaymış gibi derinden geliyordu. Derinden ama çok kuvvetli. Şefkatini hissediyordu Mine derin olsa da.
Rahatlar gibi oldu, derin bir nefes aldı.
Olmadı.
Balon daha da şişti.
Kulağına bir araba sesi geldi. "Babam geldi!" dedi coşkuyla. Yerinden fırladı ve çıplak ayaklarla kapıya koşturdu. Kapıyı açtığında babasının eski, mavi kamyonetini göreceğini sandı. Ama yoktu.
Dışarıda kimse yoktu.
Tek bir hareket yoktu.
"Baban gelmeyecek kızım." dedi annesi usulca.
Mine ona baktı. Balon daha da şişiyordu.
"Neden?"
"Çok işi var."
Öyle ya, onun hep çok işi olurdu.
Ama şimdi değil.
Hayır babası 34 yaşındayken çok işi yoktu onun.,
Hayır, hayır.
Henüz 10 yaşındaydı, bunu bilemezdi.
İçinde kocaman bir sıkıntıyla annesine doğru yürürken tekrar bir araba sarsıntısının sesini duydu. Annesine baktı. Annesi gülümseyerek kafasını salladı. "Boşuna bakma." dedi.
Mine onu dinledi. Yanına gitti ve kucağına oturdu.
Alacağı cevaptan korkarak annesine "Büyümüş müyüm anne?" diye sordu.
Annesi sımsıkı sarıldı ona. "Evet, çok hem de!" dedi coşkuyla. "Ama bu seni hala kucağımda taşımama engel değil."
Annesinin sesi uzaktı. Çok yakınında duruyordu o. Ama uzaktı. Derinden değil. Uzaktı.
Neden korkmuştu Mine cevaptan?
Neden annesinin "Evet, keşke büyümeseydin." demesini beklemişti.
Henüz 10 yaşındaydı.
Annesi ona hiç böyle bir şey söylememişti.
Söylemezdi de.
Hala saçlarını okşuyordu.
"Neden dışarda kimse yok?" diye sordu bu sefer de.
"Çok önemli bir şey var."
Mine düşündü. Köy ne zaman boş olurdu?
"Düğün mü var!" dedi coşkuyla. En son arkadaşlarından biri olan Banu'nun evleneceğini duymuştu sanki.
Ama hayır Banu evlenemezdi.
Banu 11 yaşındaydı henüz.
Mine ise henüz 10 yaşındaydı.
Bu köyde evlilik yaşı 15ti. Banu'nun daha 4 yılı vardı. Hem daha geçen gün sokakta ip atlamışlardı. Hayır, evleniyor olamazdı.
"Hayır kızım, düğün yok." dedi annesi.
Hala saçlarını okşuyordu.
Ama elleri de uzaklaşıyordu sanki artık. Tıpkı sesi gibi. Görebiliyordu, parmakları henüz boyanmamış saçlarının arasından geçiyordu usulca. Yumuşacıktı saçları.
Annesinin gözlerinin içine baktı. En içine kadar görmeye çalışarak baktı.
Neler oluyordu?
Annesiyse sanki ona, onu şefkatle eritmek istercesine bakıyordu.
Henüz 10 yaşındaydı o.
Başını annesinin göğsüne yasladı. Eskilerden kalmış bir koku duydu ama tazecik bir kokuydu sanki.
Eskilerden mi?
Hayır, o her gün annesini koklardı.
Hep "Seni kokundan bile tanırım." derdi annesine.
Eski olamazdı.
Henüz 10 yaşındaydı.
"Peki o zaman nerdeler?"
Annesinin yüzü asıldı. "Birini ziyarete gitmişler."
"Kim o?" dedi Mine merakla.
Köyün tamamı kimi, ne için ziyarete gidebilirdi ki?
Annesi cevap vermedi, sadece gülümsedi.
Balon iyice şişmişti. Mine elini göğsüne götürdü ve balona bastırdı. İnmiyordu. Artık çok geçti.
"Biz neden gitmedik?"
Annesi sabırsızlıkla gözlerini devirdi. "Çok soru soruyorsun Mine." dedi.
Mine biraz darılmıştı. Dudaklarını büküp kaşlarını çattı. Annesinin gözleri üzerindeydi ama aldırmadı. Kızmıştı.
Annesi gittikçe hissedilmeyen eliyle Mine'nin saçlarını okşamaya devam etti. Görünüşte parmak uçları başına değiyordu ama Mine hissetmiyordu. Acaba hasta mıydı?
Annesine baktı tekrar. Çok huzurlu görünüyordu. Mine hafızasını yokladı. Onu hiç böyle görmemişti. O hep evin koşuşturan annesi, köyün koşuşturan kadınlarındansa sadece biriydi. Sabah ezanıyla birlikte kalkar namazından sonra hemen işlere girişirdi. Müthiş bir enerjisi vardı her köylü kadın gibi. Kocaman evdeki 4 sobayı hazırlar yakar, sonra kahvaltı derdine düşerdi. Kahvaltıyı da geçirdikten sonra ev işlerine geçerdi. Öğle yemeği, akşam yemeği, komşu gezmesi derken gece hala gülümseyebilirdi o. Yorgun olduğunu söylememişti hiç. Hiç hasta da olmamıştı mesela.
Ama çok hasta olmuş işte.
Hayır, olmamıştı.
Mine henüz 10 yaşındaydı.
Bilmiyordu, bilemezdi.
"Biz neden gitmedik?" diye sordu Mine dikkatle annesine bakarak. Annesi o ufak, kibar kahkalarından birini attı. Sesi gibi uzaktan değil çok yakınından gelmişti. Mine içindeki balonun biraz söndüğünü hissetti.
"Senle evde kalmak istedim. İyi olmadı mı?"
Balon neredeyse tamamen sönmüştü. Kocaman gülümsedi Mine. Çok özlemişti annesini, tabi ki iyi olmuştu.
Özlemiş miydi?
Ama o her gün görüyordu annesini, nasıl özleyebilirdi ki?
Henüz 10 yaşındaydı, ama özlemişti.
İki konuşan adam sesi duydu derinden. Kocaman açıldı gözleri.
"Anne!" dedi.
Annesiyse hala en huzurlu yüz ifadesiyle bakıyordu ona, duymamış gibiydi. Mine'nin korku ve şaşkınlığına karşılık o gayet rahattı.
"Duymadın mı?" diye sordu Mine. Kalbi küt küt atıyordu. Balon çok arkalarda kalmıştı. Belki de sönmüştü.
"Duyuyorum. Ama şimdi evimizdeyiz güzel kızım. Ne önemi var..."
Yüzündeki rahatlığın aslında rahatlık değil hüzün olduğunu anladı Mine. Hüzün ve boşvermişlik. Umursamazlık. Ama şefkat ordaydı. O yoğun sevgi oradaydı.
Henüz 10 yaşındaydı.
Tekrar bir araba sesi duydu. Bu sefer araba durmuştu. Kafasını çevirip kapıya doğru baktı. Annesine bakmak için döndüğünde annesi yoktu. Hatta kendisi de yoktu. Divan boştu şimdi. Abileriyle beraber koşuştukları avlu bomboştu. Evde en ufak bir ses yoktu. Bacadan duman tütmüyordu. Ev sıcaklığı yoktu artık. Soğuktu. Güneş vardı ama çok soğuktu.
Hayır, 10 yaşında değildi. 24 yaşındaydı.
"Bacım, bacım!"
Bir adam kolunu tutmuş sarsıyordu. Araba durmuştu. Arabadaki bir avuç insan ona bakıyordu. Mine dönüp adama baktı "Geldik mi?"
Adam başını salladı. Mine ayağa kalkıp arabadan indi. Başının sol tarafında bir zonklama vardı. Ne kadar zamandan beri uyuyordu?
Gözlerini ovuşturup köyüne baktı. 7 yıl önce yaka paça kaçarcasına terk ettiği köye...
Her yerde her şey değişirken köyde her şeyin aynı durabilmesi imkansızdı elbette. Yeni evler vardı mesela, meydandaki kahve yenilenmişti, bakkal büyümüştü. Hatta artık meyve sebze de satıyordu. Önceden kimse pazardan ya da manavdan meyve sebze almazdı. Kahveden ona bakan birkaç adam gördü.Tanımamışlar mıydı?
Elbette ki tanımamışlardı.
Köyden ayrılırken tıknaz bir çocuktu. Kısacıktı saçları. Annesi kısa saçı tertip olarak görmüştü hep. Köyden ayrılmadan önce hep omuzlarına değmeden bitmişti saçları. Şimdiyse saçları, uzatamadığı yıllara inat beline geliyordu.
Sarıya çalan kumral saçları vardı. Şimdiyse kızıldı.
Bir de dal gibiydi artık. Ama yine de gözleri kimin kızı olduğunu ele veriyordu.
Atkısını sıkıca boynuna doladı ve eve az kalmasına rağmen ceketinin önünü de sıkıca ilikledi.Sırtındaki çantayı da düzeltti ve yürümeye başladı. Bazı evlerde doğalgazın olduğunu belli eden o küçük kutulardan gördü. Artık hiç duman tütmüyor muydu? Biraz daha yürüdükten sonra evinin kapısını gördü. Önceden meydana daha yakındı diye düşündü, evler bu kadar sıklaşmadan önce. Her genç onun gibi kaçmamıştı demek ki köyden.
Avluya girdiğinde rüyasını hatırlayıp irkildi ve derin bir nefes aldı. Avlu bomboştu. Yavaş bir ağlama sesi geliyordu.
Merdivenlerden yukarıya çıktı ve girişte kendi arasında konuşan birkaç genç kız gördü. 2 tanesini tanıyabildi ama kalan 2sini çıkaramadı. Kızlarsa onu hiç çıkaramadı.
Hayatında aldığı en derin nefesi alarak evin kapısına yöneldi ve içeriye doğru baktı. Korktuğu görüntü tam olarak karşısındaydı.
12 yaşındaydı. Ümmügülsüm Teyze'nin cenazesinden dönüyorlardı.
"Anne neden ölülerin üstüne bıçak konur?"
"Ölüler şiştiği için."
Kafası karışmıştı, ama tatsız bir konuydu bu. O yüzden daha fazla soru sormadı.
Henüz 12 yaşındaydı.
O beyaz bezin içinde annesi vardı bu sefer. Onun üzerine bıçak konulmuştu. Acaba kim koymuştu bıçağı? Kim onu sermişti yere? Korkmuş muydu acaba annesi? Kapalı mıydı gözleri?
Gözlerinin kaydığını hissetti. Kapıya tutundu. Teyzesi gördü onu. Feryat figan ağlamaya başladı.
Mine ölüye mi ağladığını, yoksa o geldi diye mi ağladığını anlayamadı.
Teyzesi sıkıca sarıldı ona. Teyzesinin kokusu çok benziyordu annesine. "Yetişemedin kızım." dedi kulağına.
Hani bazı anlar vardır. Siz aslında her şeyi bilirsiniz, her şeyin farkındasınızdır ama yine de güçlü durursunuz. Ta ki birisi bu gerçeği yüzünüze söyleyene kadar.
Mine'de de öyle oldu. Kalbini yerinden sökerlermiş gibi oldu önce. Koca bir pençe daldı içine sanki. Boğazına bir hıçkırık oturdu ve gözyaşlarıyla beraber boşaldı hepsi. O annesinin biricik kızıydı 4 erkeğin arasında neden böyle olmuştu.
Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Net göremiyordu yaşlardan hiçbir şeyi. Annesinin elini tuttu. Buz gibiydi eli. Dışarıda kar topu oynadıklarında bile böyle olmamıştı hiç.
Sela okunmaya başlandığında henüz 40 yaşındaydı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)